27 Kasım 2010 Cumartesi

No Man's Land

Mom loaded the green portable car fridge with ice and peaches. We packed some clothes, our long missed swimsuits and the passports then hit the road. Myself, my sister Faten and Mom. We had a blue car that Fatin and I loved dearly, we even knew its' plate number by heart. We lived in a small house in the middle of a peach farm in the outskirts of Amman. My Mom was a teacher and we would travel for three months each year from my 10th to the 13th birthday through the summers of 1988 to 1990 up until the 1st Gulf War.

We used to drive from Amman to Istanbul and back within three months. We would drive North and through Syria to Turkey then follow the Mediterranean cost all the way up to Istanbul. On the way back we would follow a shorter route crossing the Anatolia to Syria and finally to Jordan; "home" at the time.

We would drive all day then find a decent hotel to spend the night wherever we were at before the sunset. Next day we would have an early start, wake up, get breakfast and, as the sun rose on the top of the nearing mountains, we would hit the road again . I do remember one remarkable exception to this; it was dark one time before we managed to get to any signs of civilization. We were basically at the middle of nowhere and Mom was about to fall asleep after driving for most of the day. We were about to give up when we noticed a gas station in the distance. We drove to the station, Mom put all our valuables in the car boot and parked leaning the back of the car on some wall. We settled ourselves to the chairs and fell asleep. That night I dreamed of flying buses and massive lollipops. We woke up next morning to the tapping of a guy on the windows of our car. He was holding a tray with a tea pot and glasses on top. We barely spoke any Turkish at the time but we still managed to make some conversation as we shared breakfast with this kind perfect stranger before we hit the road.

I have hundreds of memories from these trips but perhaps the most vivid are those of crossing borders. I remember how much I enjoyed the whole adventure of crossing a border; the sudden change of things on the other side and the ambiguity of the distinction. Observing and experiencing this would later become a hobby. I think what I love most about the whole thing is the feeling of absolute freedom after departing one country and before entering the other. Perhaps the reason why, opposite to many others, I enjoy spending hours in airports watching people from all over the world in this transitional space where no one is at any country and everyone is going somewhere.

Yet, there is something that makes land borders more special than airports. Flying from one place to another one would miss out border cities and border people. There is something about border cities and people that had always amused and confused me, even as a little kid. I used to -and in fact I still do- love observing the differences and similarities of people and places as I cross from one country to another. Land borders have a completely different reality. As cut and dried as the crossing points are, the transition between people, culture and geographical terrain remains yet vague and intricate.

I remember how hard I found it to understand as a little kid with a simple perspective on life why people couldn't cross invisible boundaries. The idea itself sounded ridiculous- and proved to be so as I grew up. I recall bombarding my mother with questions and her telling us how unnatural and meaningless political borders are. She would tell us stories of people separated by borders and of how borders were drawn in the Middle East. She would explain why people in Aleppo spoke Turkish and why those on both sides of the Syria-Jordan border spoke the same dialect of Arabic. Meanwhile, I would lean my face on the rear window of the car, watch the soldier at the crossing point behind us get smaller in the distance and the moon follow us as we edged of. I would think of the broken red lines we draw between countries at school and enjoy the ride on no man's land.

The idea of No Man's Land never ceased to amuse me. As strange as it may sound it is on these buffer zones where a sudden sense of belonging enfolds my soul. I have never really stayed in any place long enough to develop a sense of belonging throughout my life. Yet, for some reason No Man's Land has always felt Home!


22 Kasım 2010 Pazartesi

Şam yollarından seçmece notlar


Halep sokaklarının labirentinde dolaşmak zamanda yolculuk yapmaya benziyor. Daracık koridoların oluşturduğu arnavut kaldırım taşlı sokaklara açılan minicik kapılar içerdeki hayatları hayal etmeye itiyor beni. Siyah metal işlemeli kapıların insan eli şeklindeki tokmakları ince bir işçiliğin eseri. Kapıyı çalıp tanrı misafiriliği yapsam, bana çay ikram etseler, evin içine görsem diye geçiriyorum aklımdan. Kapıların ardındaki avluya açılan odaları, avludaki fiskiye ve yasemenleri görmek istiyorum. Neyseki akşam yemeğini bu sokaklarından birindeki lokanta olarak hizmet veren bu evlerden birinde alıyoruz. Merakım inceden de olsa gideriliyor.



Çirkin binaların ve gürültülü sokakların olduğu caddedeki bir hanın içinden geçerek bir arka sokağa geçiyorum. Bu sefer de İtalya'da bir meydana ışınlanıyorum. Bir Mornite bir Rum Katolik ve bir Ermeni kilisesinin karşılıklı durdukları bir meydanda buluveriyorum kendimi. Meydanın ortasında St. George'un bir heykeli dururyor. Klisenin iki kulesinin tam ortasında dolunay parlıyor. İçeri giriyorum. İçerde ayin yapılıyor. Sırada dizili Hiristyanlar tek bir ağızdan Arapça ilahi söylüyor. Karşıda papaz beyazlar içinde elinde bir buhurluğu sallıyor. Köşedeki kadınlar mum dikiyor.

Ordan çıkıp yan kliseye giriyorum. İçerdeki avluda fiskiyenin etrafında 3lü koltuklarda beşerden minicik yaşlı kadın oturuyor. Kekler, çaylar gidip geliyor. Çocuklar ortalıklarda koşturuyor. Yaşlı kadınlar kıkır kırkır Papazla şakalaşıyor. Hepsi şenşakrak. Hepsinde bir süs püs, ayin yeni bitmiş sonrasının kakara kikirisinde herkes. Bir kadın gelip benimle kırık bir Türkçe'yle sohbet ediyor. Ermeni. Avucumun içine topladığı yasemenlerden bir kaçını sıkıştırıyor. Bir diğeri kek ve çay ikram ediyor.

Hama'dan sadece geçiyoruz. Sokaklar bomboş. Dükkanlar kapalı. Bayramın hiç bir günü çalışılmıyor. Şehrin tam ortasında bir cami var. Bahçesi mahşer günü. Çocuklar, kadınlar, mısırcılar, baloncular ama bir gariplik var. Bütün kadınlar tepeden tırnağa kapalı. Yüzleri bile. Küçücük kızlar bile. Camiye girmek için örtünme zahmetine bir kere daha katlanasım gelmiyor, onun yerine otobüsün yanında bir sigara tüttürüyorum. Mavi eşofman üstü giymiş ve tazecik tecavüz suçundan bir şekil firar etmiş bir tipleme durup beni göz hapsine, tabiri caiz ise göz tecavüzüne tutuveriyor. Önce dik dik bakarak "Ne bakıyorsun" manasında bir harekkette bulunmanın faydasını alamamanın dehşeti ile otobüsün içine kaçıyorum. O da yetmiyor, yere otururyorum. Tip kapıdan içeriye kafayı uzatıp bakıyor. Kapıyı kapatıp bekliyoruz. Bir an önce uzaklaşıyoruz.

Bu arada 80lerde Hama'da Müslüman Kardeşler adlı lanet kuruluyor ve rejimi ele geçirerek şeriat devleti kurmak üzere askeri üse saldırıp 20 askeri öldürüyor. Olay Hafız Esad döneminde gerçekleşiyor. Esed'in yanıtı net: havadan ve karadan saldırı ile 1 günde 20,000 kişi hayatını kaybediyor. Şehrin bir girişine bir çıkışına olmak üzere iki adet Esad heykeli dikiliyor ve mevzu süresiz kapanıyor. Bana kapanmış gibi gözükmüyor pek, potansiyel olarak oracıkta duruyor. Havadan gelen çözümler ufuk genişletmiyor sadece kelle uçuruyor; yerine aynısı aynen yeniden geri türüyor.

Seyyide Zeynep'ın kubbesi ve kapıları saf altın. Caminin iç duvarlar yerden tavana ayna işçiliği ile kaplanmış. Kadınlar bölümü can pazarı. Kapıda siyah çarşaflara sarılsam da arkamdaki logodan kapalı olmadığım anlaşılıyor. İtiş kakış mahşer günü ezilme tehlikesini göze alarak dalıyorum içeri. Hüseyinin kafasının gömülü olduğunun söyendiği bir türbe var binanın içinde kadınlar ona dokunmak için birbirlerini eziyorlar. Getirdikleri bebek kıyafetlerini ona sürtüyorlar. Kimi namaz kılıyor, kimi hüngür hüngür ağlıyor. Birbirlerine küfr ediyorlar saçımı çekiştiriyorlar. Elimdeki ayakkabıma işaret edip Haram! Haram! diye bağırıp beni itiyorlar. Can havli ile kendimi dışarı atıyorum. Dinlerden bir kez daha nefret ediyorum.

Zenobia Roma imparatoruna kafa tuttu. Palmira'dan çıkıp tüm Şam'ı , Arap yarımadasını ve hatta Mısır'ı işgal etti. Resiminin olduğu para bastırdı. Palmira Hadria'nın eline düşünce de kendini zehirledi. Tapınıkları, agorası ve ilk vergi yasası yazıtları, tetrapilon ve sütunlu yolları ile Palmira nefes kesen bir vaha. Zeytin ve hurmalarının lezzeti de tarif edilmenin ötesinde.

Günde 3 öğün humus yemeye ve naneli çay içmeye özen gösteriyorum. Bu toprakların kokusunu ve tadını seviyorum.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Crossing continents



No doubt Istanbul is so beautiful. The seagulls scrolling above the boat as we cross continents, its magnificent! Its just that the planet is too big and I need to keep going. I don't think I have enough time to waste in familiar places, seeing the same people, getting drunk and walking the same streets back to some place I barely call home.

Home doesn't lay at any of the ends I look for. I'm not after any ends at all. I'm just happy to be a part of the flow, go with the flow...

My existence does not have a purpose. It does not need one. All I need is to be free and I'm willing to take the consequences.

Every scenario is possible; there is no such thing as less or more risk. Risk is always there. Risk is what we rather call fear; fear of the unknown. As if we could ever know anything for real.

It is when you realize how different things are and how similar they are at other ends that you get to understand why leaving is not at all more risky than staying.

Obsession with the familiar and the presumably "known" rather than seeking for the hidden unknown! Why would anyone make such a choice?

Would you go for one color when you can get the Rainbow? I don't think so :)